Beşinci Kesim. - Normal Bir İşgünü İçin Savaşım. İşgününün Uzatılması İçin 14. Yüzyılın Ortasından 17. Yüzyılın Sonuna Kadar Çıkartılan Zorunlu Yasalar

Karl Marx
İşgünü nedir? Sermayenin satınaldığı emek-gücünün günlük değerini tüketebileceği zamanın uzunluğu nedir? Emek-gücünün kendisinin yeniden-üretimi için gerekli emek-zamanının ötesinde, işgünü ne kadar uzatılabilir? Bu sorulara sermayenin verdiği karşılıklar görülmüş bulunuyor: İşgünü, 24 saatlik tam günün, emek-gücünün yeniden işe koşulabilmesi için mutlaka gerekli birkaç dinlenme saati çıktıktan sonraki kısmıdır. Bundan da apaçık görülüyor ki, işçi, bütün yaşamı boyunca emek-gücünden başka bir şey değildir; bu nedenle de bütün kullanılabilir zaman, hem doğal yönden hem de yasalarla, sermayenin kendi büyümesine adanmış emek-zamanından ibarettir. Kişinin eğitimi için, fikri gelişimi için, toplumsal faaliyetlerini ve toplumsal ilişkilerini yerine getirmesi için, bedensel ve ussal faaliyetlerini serbestçe kullanması için zaman ve hatta pazar (üstelik sabateryanlar ülkesinde)[109] dinlenme zamanı bile - boş lakırdı! Ama, kör ve önüne geçilmez tutkusuyla, artı-değere duyduğu kurt açlığı ile sermaye, işgününün yalnız manevi değil, fiziksel en üst sınırlarını da çiğner geçer. İnsan bedeninin büyümesi, serpilip gelişmesi ve sağlığının devamı için gerekli olan zamanı gaspeder. Temiz hava ile güneş ışığının tüketimi için gerekli olan zamanı bile çalar. Yemek zamanına elkoyarak, elinden geldiğince onu da üretim sürecine katar, böylece, ocağa kömür atılır, makineye yağ verilir gibi, işçiye de, üretim aracıymış gibi, yiyecek verilir. Bedensel gücün yerine gelmesi, derlenip toparlanması, tazelenmesi için gerekli sağlıklı uyku süresi, tamamen tükenmiş bir organizmanın şöyle böyle canlanması için kaçınılmaz birkaç saatlik uyuklamaya indirgenmiştir. İşgününün sınırlarını belirleyen, emek-gücünün normal varlığını sürdürmesi değildir; bu sınırlar, işçinin dinlenme zamanının sınırı ne kadar ezici, zorunlu ve acılı olursa olsun, emek-gücünün günlük mümkün olan en üst düzeyde harcanması ile belirlenir. Emek-gücünün ömrünün uzunluğu sermayeye vız gelir. Onu ilgilendiren tek şey, bir işgünü boyunca akışı sağlayabilecek azami emek-gücüdür. Bu amacına, tıpkı açgözlü bir çiftçinin, toprağın verimliliğini tüketerek ondan elden geldiğince fazla ürün koparması gibi, işçinin yaşamını kısaltarak ulaşır.

Kapitalist üretim tarzı (aslında artı-değer üretimi, artı-emeğin emilmesi), böylece işgününün uzatılmasıyla, insan emek-gücünü, normal, manevi ve fiziksel gelişme koşullarını ve işlevlerini yozlaştırır. Aynı zamanda, bu emek-gücünün, zamanından önce tükenmesine ve ölümüne neden olur.[110] Belli bir dönem içersinde emekçinin gerçek yaşam süresini kısaltarak, onun üretim süresini uzatır.

Ama, emek-gücünün değeri, işçinin yeniden-üretimi ya da işçi sınıfının varlığını sürdürmesi için gerekli metaların değerini içerir. Bu durumda, sermayenin ölçüsüz kendini genişletme tutkusunda, işgününün anormal uzatılması, işçinin ömrünü, dolayısıyla emek-gücünün süresini kısaltır; böylece kullanılıp tüketilen güçlerin yerini daha süratli doldurma zorunluluğu ortaya çıkar ve emek-gücünün yeniden-üretimi için gerekli giderler daha büyük olur. Bu, makine ne kadar çabuk yıpranırsa, makinenin her gün yeniden üretilmesi gereken değer bölümünün o kadar daha büyük olması gibidir.

Köle sahibi, emekçisini, at satınalır gibi alır. Kölesini kaybederse, bunu yerine koymak için köle pazarında yeniden para harcaması gerekli bir sermayeyi kaybetmiş olur. Ama, "Georgia 'nın pirinç tarlaları ya da Mississippi bataklıkları, insan sağlığı için çok tehlikeli olabilir; ne var ki, bu bölgelerin ekilip-biçilmesinin zorunlu kıldığı insan kaybı, Virginia ve Kentucky'nin verimli insan kaynaklarından yerine konulamayacak kadar büyük değildir. Ekonomik kaygılar, doğal bir sistem içersinde, efendinin çıkarı ile kölenin yaşamının sürdürülmesinin özdeşliği derecesinde ona insanca davranılmasının gerekçesi olabilir, ama köle ticareti alıp yürüyünce, gene aynı kaygı, kölenin ölçüsüzce sömürülmesi ve ezilmesinin nedeni haline gelir; çünkü, yeri her zaman dış pazarlardan doldurulabildikten sonra, ömrünün uzunluğu, yaşadığı sürece ondan sağlanacak verimin yanında önemsiz bir konu halini alır. Buna uygun olarak köle ithal eden ülkelerde, en etkin ekonomik yolun, köle sürüsünden mümkün olan en kısa zamanda elden geldiğince fazla emek sızdırılması şeklinde bir kural vardır. Yıllık karın çoğu zaman çiftliğin tüm sermayesine eşit olduğu tropik alanlarda zenci halkın yaşamı hiç düşünülmeden harcanır. Batı Hint Adalarında yüzyıllardır korkunç servetlere kaynak olan tarım, milyonlarca Afrikalının yaşamını yutan mezar olmuştur. Bugün gelirleri milyonlarla hesaplanan ve çiftlik sahiplerinin prensler gibi yaşadığı Küba'da, köle sınıfının, en korkunç yaşama koşulları, en öldürücü ve bitip tükenmez bir çalışma içinde olduklarını görüyoruz; ve hatta, her yıl, bir bölümü tamamen yokolup gidiyor."[111]

Mutato nomine de te fabula narratur.[13*] Köle ticareti yerine emek-pazarını, Kentucky ile Virginia yerine İrlanda ve İngiltere'nin tarım bölgelerini, İskoçya ve Galler'i, Afrika yerine Almanya'yı koyunuz. Aşırı-çalışmanın Londra'da fırın işçilerinin saflarını nasıl erittiğini gördük. Gene de Londra'daki emek-pazarı, fırınlarda çalışmak için Almanya ile diğer ülkelerden gelen ölüm adayları ile her zaman tıklım tıklım doludur. Çömlekçilik, gördüğümüz gibi, en ömür tüketici işkollarından biri. Ama ortalıkta çömlekçi kıtlığı mı var? Modern çömlekçiliği icat eden ve aslında kendisi de sıradan bir işçi olan Josiah Wedgwood, 1785 yılında, Avam Kamarası önünde, bu işkolunda, 15-20 bin kişinin çalıştığını söyledi.[112] 1861 yılında Büyük Britanya'da yalnız bu işle ilgili sanayi merkezlerinin nüfusu 101.302 idi. "Pamuklu sanayii kurulalı doksan yıl oluyor. ... İngiltere'de üç kuşak boyunca varolan bu sanayi kolunun bu sürede, fabrika işçilerinin dokuz kuşağını mahvettiğini güvenle söyleyebilirim."[113]

Kuşkusuz işlerin kızıştığı bazı dönemlerde, emek-pazarında dikkati çekici boşluklar olmaktadır. Örneğin 1834'te böyleydi. O sırada imalatçılar, hemen, Yoksullar Yasası Komisyonuna, tarım bölgesindeki "fazla-nüfus"un kuzeye gönderilmesini önerdi; açıklamalarına göre, "oradaki fabrikatörler bu fazla-nüfusu emer ve tüketebilirdi."[114] "Yoksulluk Yasası Komisyonunun onayı ile temsilciler atandı. ... Manchester'de bir büro kuruldu, tarım bölgesinde çalışmak isteyen işçilerin listesi gönderildi ve bunların adları deftere geçirildi. İmalatçılar bu bürolara giderek istedikleri kişileri seçiyorlar ve 'gerekli görülenlerin' Manchester'e yollanmaları için talimat veriyorlardı. Ve bunlar, eşya denkleri gibi etiketlendiler, nehir yolları ya da arabalarla gönderildiler; kimisi de yola yayan koyuluyorlardı, çoğu yollarını yitirmiş, aç-susuz durumda bulunuyordu. Bu sistem düzenli bir ticaret halini aldı. Avam Kamarası buna pek inanmayacaktır, ama ben onlara diyorum ki, bu insan eti trafiği sürüp gitti, ve bunlar , aslında, [Manchester'li] imalatçılara satılıyorlardı, tıpkı, Birleşik Amerika'da pamuk yetiştiricilerine kölelerin satıldıkları gibi. ... 1860'ta 'pamuk ticareti doruğuna ulaştı.' ... İmalatçılar gene işçi sıkıntısı çekmeye başladılar. ... Gene, 'et ajanları' adını taktıkları bürolara başvurdular. Bu ajanlar, derhal İngiltere'nin güney vadilerine, Dorsetshire çayırlıklarına, Devonshire tepelerine, Wiltshire'da hayvancılık yapılan yerlere dağıldılar, ama boşuna. Fazla-nüfus, 'emilmiş'ti." Bury Guardian'ın yazdığına göre, Fransızlarla yapılan sözleşme gereği, "Lancashire rahatça daha 10.000 işçiyi emebilirdi, ve 30.000-40.000 işçiye daha gerek olacaktı." Tarım bölgelerini, "et ajanları ve yardımcıları" boşu boşuna taradıktan sonra, "Londra'ya bir heyet geldi ve [Yoksullar Yasası Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Bay Villiers'den], bazı işevlerinde bulunan yoksul çocukları Lancashire fabrikalarında çalıştırılmak üzere istekte bulundu."[115]

Deneyimler, kapitaliste, genel olarak sürekli bir nüfus-fazlası bulunduğunu göstermiştir; bu fazlalık, bodur, kısa ömürlü, çabucak birbirinin yerine geçen, yani olgunlaşmadan dalından kopartılan insan kuşaklarından oluşsa bile, artı-emek emen sermayenin o andaki gereksinmelerine ilişkin bir fazlalıktı.[116] Ve gerçekten de, deneyimler, aklıbaşında bir gözlemciye, kapitalist üretim tarzının, tarih açısından daha dün denecek kadar yeni olmasına karşın, insanların hayati güçlerini büyük bir elçabukluğu ile ta kökünden kavradığını gösterdiği gibi, sınai nüfusun yozlaşmasının, ancak köylerden gelen ilkel ve fizik yönden bozulmamış öğelerin sürekli olarak emilmesiyle nasıl geciktiğini ve hatta köy emekçilerinin bile temiz havaya ve aralarında güçlü etkisini sürdüren ve ancak en güçlü olanların yaşamalarına izin veren doğal seçmeye karşın nasıl yokolmaya başladığını da göstermektedir.[117] Dörtbir yandan çeviren işçi kuşaklarının ıstıraplarını görmezlikten gelmek için böylesine geçerli nedenlere sahip bulunan sermaye, uygulamada da, insan soyunun adım adım yozlaşması ve ensonu insanlıktan çıkması olasılığı karşısında da, dünyanın batma olasılığı kadar az ilgilidir. Her borsa oyununda, fırtınanın ergeç kopup her şeyin altüst olacağını herkes bilir, ama gene de hepsi, kendisinin altın yağmuru ile küplerini doldurup onu sağlama aldıktan sonra, dünyanın kendinin değil, komşusunun başına yıkılabileceğini düşünür. Apres moi le déluge! [Benden sonra tufan. -ç.] her kapitalistin bütün kapitalist ulusların sloganıdır. Demek ki, sermaye, toplumun koyduğu zorunluluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da, yaşayacağı ömrün uzunluğuna karşı da vurdumduymazdır.[118] Maddi ve manevi yozlaşmaya, erken ölüme, aşırı-çalışma işkencesi konusundaki feryatlara şu karşılığı verir: Bizim karlarımızı artırdığı için bunlara üzülmek mi gerek? Ama işlere bütünü ile bakılırsa, bütün bunlar gerçekten de tek tek kapitalistlerin, iyi ya kötü niyetine bağlı şeyler değildir. Serbest rekabet, kapitalist üretimin içinde yatan yasaları, tek tek her kapitalist üzerinde güce sahip zorlayıcı dış yasalar olarak ortaya çıkarır.[119]

Normal işgününün saptanması, kapitalist ile emekçi arasında yüzyıllarca süren savaşımların sonucudur. Bu savaşımın tarihi, iki karşıt eğilimi gösterir. Örneğin, zamanımızdaki İngiliz fabrika yönetmeliği ile, 14. yüzyıldan ta 18. yüzyılın ortalarına kadar süregelen İngiliz İş Statüleri karşılaştırılabilir.[120] Modern Fabrika Yasaları işgününü zorla kısalttığı halde, daha önceki yönetmelik bu süreyi zorla uzatmaya çalışmıştı. Kuşkusuz, henüz çekirdek halindeki sermayenin -gelişmeye başladığı sıralarda, artı-emeğin bir quantum sufficit'ini [yeterli nicelik. -ç.] emme hakkını sırf ekonomik ilişkilerin gücüyle değil de, devletin yardımıyla sağlama aldığı zaman- talepleri, sermayenin olgunluk çağına ulaştıktan sonra da boğaz boğaza verilen savaşımlar sonucu vermek zorunda kaldığı ödünlerle karşılaştırılırsa, pek masum görünürler. "Özgür" emekçinin, ancak kapitalist üretimin gelişmesi sayesinde, toplumsal koşulların baskısıyla, yaşaması için gerekli şeyler karşılığında yaşamının tüm faal kısmını, çalışma yeteneğinin ta kendisini satmak, bir tas çorba için doğumla kazandığı haklarını devretmek zorunda bulunduğunu anlayabilmesi için aradan yüzyılların geçmesi gerekmiştir. Böylece, sermayenin, 14. yüzyılın ortasından 17. yüzyılın sonuna kadar , devlet önlemleri ile yetişkin emekçilerin işgünlerinin uzatılmasını sağlamaya çalışması ile, 19. yüzyılın ikinci yarısında, çocuk kanının sermayeye dönüşmesini engellemek için devletin şurada burada yürürlüğe koyduğu işgününün kısaltılmasının aşağı yukarı birbirleriyle çakışması doğaldır. Örneğin yakın zamana kadar Kuzey Amerika Cumhuriyetinin en özgür eyaleti olan Massachusetts'te bugün 12 yaşından küçük çocukların çalışmasını yasaklayan yönetmelik, İngiltere'de daha 17. yüzyılın ortalarında, güçlü-kuvvetli zanaatçıların, gürbüz işçilerin ve atletik yapılı demircilerin normal işgünüydü.[121]

İlk "Statute of Labourers" [işçiler statüsü. -ç.] için (23 Edvard III, 1349) en yakın bahane (neden olarak değil, çünkü bu tür yönetmelik bahaneleri ortadan kalktıktan sonra da yüzyıllarca sürüp gider) , halkı kırıp geçiren veba salgını oldu; öyle ki, bir tori yazarın dediği gibi, "Aklayatkın koşullarla (yani işverene aklayatkın nicelikte artı-emek bırakacak bir fiyatla) işçi bulmak öylesine güçleşmişti ki, artık buna müsamaha gösterilmezdi".[122] Bu nedenle, aklayatkın ücretler yasayla belirlendiği gibi, işgününün sınırları da saptandı. Burada, bizi ilgilendiren bu son nokta, 1496 tarihli statüde de (Henry VII) yinelendi. Bütün zanaatçılar ile toprak işçilerinin işgünü, bu statüye göre (ne var ki, bu statü uygulanmadı) marttan eylüle kadar, sabah beşten akşam 7-8'e kadardı. Ama yemek zamanları, 1 saat kahvaltı, 1½ saat öğle yemeği ve ½ saat ikindi kahvaltısı olarak belirlenmişti; bu süre bugün de yürürlükte olan fabrika yasası hükümlerinin iki katıydı.[123] Kış aylarında çalışma, sabah 5'ten akşam hava kararana kadar sürecek ve yemek paydosları aynı olacaktı. Elizabeth zamanında 1562 tarihli statü, "günlük ya da haftalık olarak tutulan" bütün işçilerin işsaatlerinin uzunluğunu aynen bırakıyor, ama paydos saatlerini yazın 2½ saatle, kışın ise 2 saatle sınırlıyordu. Öğle yemeği yalnız 1 saat sürecek, "yarım saatlik ikindi uykusuna" yalnız mayıs ayı ortası ile ağustos ayı ortası arasında izin verilecekti. İşbaşında bulunulmayan her saat için ücretten 1 peni kesilecekti. Bununla birlikte, uygulamada, koşullar, statü kitabından daha fazla işçilerden yanaydı. Ekonomi politiğin babası ve bir ölçüde de istatistiğin kurucusu William Petty, 17. Yüzyılın son üçte-birinde yayınladığı bir yapıtta şöyle diyor: "Emekçi kimseler" (o zamanki tarım emekçileri) "günde 10 saat çalışırlar ve haftada 20 kez yemek yerler, yani her işgününde üç kez, pazar günleri iki kez; açıkça görülüyor ki, cuma akşamları oruç tutup, şimdi olduğu gibi, onbirden [öğleden sonra -ç.] bire kadar, iki saat yerine birbuçuk saat harcasalar ve böylece 1/20 daha fazla çalışıp, 1/20 daha az harcasalar, yukarda sözü edilen (vergi) yükselebilirdi."[124] Bu durumda, Dr. Andrew Ure, 1833 tarihli 12 saat yasasını, geçmişin karanlık çağlarına dönüş diye küçümsemekte haksız mıydı? Petty'nin sözünü ettiği statüdeki bu koşulların çıraklara da uygulandığı gerçi doğruydu, ama 17. yüzyılın sonunda bile çocuk emeğiyle ilgili koşullar, şu şikayetten de açıkça görülebilir: "Onların oradaki (Almanya'daki) uygulaması, bizde, bu krallıkta olduğu gibi, çıraklık süresini mutlaka yedi yılla sınırlamamıştır; onların ortak ölçütü üç ya da dört [yıldır -ç.]: nedeni de onların beşikten başlayarak iş için eğitilmeleri ve böylece de işe daha yatkın, uysal, dolayısıyla da, mesleklerinde olgunluğa ve yetkinliğe daha çabuk ulaşmış olmalarıdır. Oysa bizim gençlerimiz, burada, İngiltere'de, çırak olacak şekilde yetiştirilmedikleri için, gelişmeleri çok ağır olmakta, yetkin bir zanaatçı olabilmeleri daha fazla zaman almaktadır."[125]

Gene de, 18. yüzyılın büyük bir kısmında, modern sanayi ve makineleşme çağına kadar İngiltere'de, sermaye, emek-gücünün, haftalık değerini ödeyerek işçinin bir hafta boyu emeğine elkoymayı başaramamıştır; bunun tek istisnası tarım emekçileridir. Dört günlük ücretle bütün bir hafta yaşayabilmeleri olgusu, işçilere, diğer iki gün de kapitalistler için çalışmaları gerektiği yolunda yeterli bir neden olarak görünmemişti. İngiliz iktisatçılarından bir bölümü, sermayenin çıkarına, bu küstahlığı en ağır biçimde yermişler, diğer bir grup ise işçileri savunmuşlardır. Örneğin, o sıralarda, bugünkü MacCulloch ve MacGregor'un benzer yapıtları gibi ünlü olan [Universal] Dictionary of Trade [and Commerce] adlı yapıtın yazarı Postlethwayt ile (daha önce sözü edilen) Essay on Trade and Commerce[126] adlı yapıtın yazarı arasındaki şu tartışmaya kulak verelim.

Postlethwayt başka şeyler arasında şunları da söyler: "Bu birkaç gözlemlemeye, pek çok kimsenin ağzında dolaşan bayat sözlere değinmeden son veremeyiz; onlara göre, eğer çalışan yoksul halk, beş günde yaşaması için kendine yetecek kadarını elde ederse, altıncı günü hiç çalışmaz. Bunlar, bu nedenle yaşamak için gerekli ve hatta zorunlu yaşama araçlarını, vergiler ya da başka yollarla pahalılaştırarak, zanaat ve manüfaktür işçilerini haftanın altı gününde aralıksız çalışmaya zorlamayı öneriyorlar. Bu ülkenin çalışan insanlarının devamlı köleliğinden yana olan o büyük politikacıların duygularını paylaşamadığım için özür dilerim; bunlar, o yaygın atasözünü unutuyorlar: All work and no play. [Hep çalış ve hiç oynama. -ç.] İngiliz mallarına o genel ünü ve güveni sağlayan zanaatçılar ile el işçisinin deha ve hüneriyle İngilizler öğünmüyorlar mıydı? Bunu kime borçluyuz? Herhalde, en çok emekçi halkın dilediği gibi eğlenme ve dinlenmesine. Bütün yıl boyunca haftada tam altı gün aynı işi yinelemek zorunda kalsalardı, bu yetenekleri körlenmez, canlılık ve hünerlerin yerini budalalık almaz mıydı, böyle bir ebedi kölelikle, bizim işçilerimiz, ünlerini sürdüreceklerine yitirmezler miydi?. ... Böyle zora koşulmuş hayvanlardan ne tür bir işçilik beklersiniz? ... Bunların çoğu, dört gün içinde, bir Fransızın beş-altı günde yapacağı kadar iş çıkarır. Ama İngilizler böyle ebedi köleler haline getirilirse, Fransızlardan daha fazla yozlaşmalarından korkulur. Halkımızın savaştaki kahramanlık ününün, anayasal özgürlük ruhunun yanısıra, karınlarındaki ünlü İngiliz bifteği ile pastasından ileri geldiğini söylemez miyiz? Öyleyse, zanaatçılarımızın ve işçilerimizin üstün yetileri ile becerileri, niçin diledikleri gibi kullandıkları özgürlük ve serbestlikten ileri gelmiş olmasın? Ve diliyorum ki, işçilerimizin cesaretlerinin olduğu kadar dehalarının da kaynağı olan ayrıcalıklar ve iyi yaşamalarını ellerinden hiç bir zaman almayalım."[127] Essay on Trade and Commerce yazarı, buna, şu karşılığı verir: "Eğer haftanın yedinci günü, öteki altı günün işe ait olması" (birazdan göreceğimiz gibi sermayeye ait olması demek istiyor) "yönünden kutsal bir kurum olarak tatil kabul edilirse, kuşkusuz bu, bir gaddarlık olarak düşünülemez. ... İnsanoğlu genellikle rahata ve tembelliğe eğilimlidir; biz, bu korkunç gerçeği, gerekli tüketim maddeleri çok pahalı olmadıkça, ortalama haftada dört günden fazla çalışmaya yanaşmayan manüfaktür işçisinin davranışlarından anlıyoruz. ... Yoksul halk için gerekli olan şeyleri tek bir ad altında toplayalım; sözgelişi buna buğday diyelim ve bir kile buğday da beş şilin olsun; işçi günlük emeğiyle bir şilin kazanırsa, haftada yalnız beş gün çalışma zorunluluğunu duyacaktır. Yok eğer buğdayın kilesi dört şilin olursa, ancak dört gün çalışmak zorunda kalacaktır; ama bu krallıkta ücretler, zorunlu maddelerin fiyatlarına oranla çok yüksek olduğu için ... dört gün çalışan bir işçinin elinde, haftanın geri kalan kısmında aylak yaşayacak kadar para kalmaktadır. Haftada altı gün ortalama çalışmanın kölelik olmadığını göstermek için söylediklerimin yeterli olduğunu umuyorum. Bizim tarım işçilerimiz bunu yapıyor, ve bunlar çalışan yoksul insanlarımız içinde herhalde en mutlu olanlarıdır.[128] Ama Hollandalılar bunu el işçiliğinde de yapıyorlar, ve onların da çok mutlu oldukları görülüyor. Bayram tatilleri girmedikçe, Fransızlar da böyle yapıyor.[129] Ama bizim halkımızın edindikleri bir düşünceye göre, İngiliz olmakla, sanki, Avrupa'daki herhangi bir ülkeden daha fazla özgür ve bağımsız olmayı doğuştan bir ayrıcalık sayıyorlar. Bu düşüncenin, birliklerimizin kahramanlıklarını etkilemesi yönünden bir yararı olabilir, ama yoksul el işçisi, bu fikri ne kadar az benimserse, kendisi için de, devlet için de o kadar iyi olur. Emekçi halk kendisini hiç bir zaman üstlerinden bağımsız saymamalıdır. Bizimki gibi toplam nüfusunun sekizde-yedisinin hiç mülksüz ya da pek az mülke sahip olduğu bir ticaret devletinde ayaktakımını isteklendirmek son derece tehlikelidir. Bizim yoksul el işçilerimiz, şimdi dört günde kazandıkları parayla altı gün çalışmaya razı olmadıkça bu duruma hiç bir çare kar etmeyecektir."[130] Bu amaca ulaşmak için ve "tembelliğin, oburluğun ve aşırılığın kökünün kazınması", çalışma ruhunun isteklendirilmesi, "işyerlerinde emeğin fiyatının düşürülmesi ve yoksulluk yükünün azaltılması" için, sermayenin sadık dostu şu denenmiş çareyi önerir: halkın yardımına muhtaç hale gelmiş işçileri, yani tek sözcükle, yoksulları "an ideal workhouse"a [Bir ideal işyeri. -ç.] hapsetmek. Bu ideal iş yeri, yoksullar için "midelerini şişirecekleri, giyinip kuşanacakları, azıcık da çalışacakları" bir barınak değil, bir "Dehşet Evi" olmalıdır.[131] Bu "Dehşet Evi"nde, bu "ideal işyerinde, yoksullar, günde 14 saat çalışacak ve kendilerine ancak geriye 12 saatlik net çalışma kalmak üzere yemek paydosları verilecektir."[132]

1770 yılında "Dehşet Evi"nde, bu ideal işyerinde, günde oniki saat çalışma! 63 yıl sonra, 1833'te, İngiliz Parlamentosu, 13 ile 18 yaşındaki çocukların işgününü, dört sanayi kolunda 12 tam saate indirdiği zaman, İngiliz sanayii için sanki kıyamet günü gelmiş çatmıştı! Ve 1852'de Louis Bonaparte, burjuvaziye karşı durumunu sağlama almak için, yasal işgününe elattığı zaman, Fransız işçisi tek bir ses gibi haykırdı: "İşgününü 12 saat ile sınırlandıran yasa, Cumhuriyet yasama döneminden bize kalan tek iyi şeydir!"[133] Zürich'te 10 yaşından büyük çocukların çalışması 12 saatle sınırlandırıldı; 1862'de Aargau'da 13 ile 16 yaş arasındaki çocukların çalışması 12½ saatten 12 saate indirildi; 1860'da Avusturya'ta, 14 ile 16 yaş arasındaki çocuklar için aynı indirim yapıldı.[134] 1770 yılından beri "Ne büyük gelişme!" diye sevinçle haykırabilirdi Macaulay!

Kapitalist ruhun 1770 yılında fakir fukara için ancak hayal edilen "Dehşet Evi", birkaç yıl sonra sanayi işçileri için dev bir "İşevi" biçiminde gerçekleşti. Bunun adına fabrika dendi. Ve bu kez, ideal, gerçeğin karşısında solup gitti.